Bana kitap önerilmesini severim, durduk yere insanlara “hadi bana kitap öner!” demeyi de. Ben de okurken keyif aldığım ve ülkemizde hak ettiklerinden az bilindiklerini düşündüğüm yazarları birkaç kitap önerisiyle beraber kısaca sizlere sunmak istedim. “Az bilinen” göreceli kavramını somutlaştırmak için de sıralamamı ekşi sözlükte adına kaç sayfa entry girilmiş -parantez içlerinde gösterdim- ona göre yaptım. Bu dandik ölçütüm ve bazı noktalarda kendime göre inisiyatif aldığım için şimdiden özür diler, bunun tamamen kişisel ve benim okuma geçmişime dayanan, herhangi bir kapsayıcılık iddiasında bulunmayan bir liste olduğunu belirtirim. O zamaaan, hadi başlayalım!
Fay Weldon (1)
Weldon kimi okurun ona yakıştırdığı feminist karakteriyle -ya da kimisinin feminizme ters düştüğünü iddia ettiği duruşuyla mı demeliydim- tartışmalı bir yazar. Bu meseleler her ne kadar önemli olsa da, ben politik doğruculuğun edebiyat ve sinemada yeri olmadığını ve ilkesel/ahlaki yargılarla yapılan eleştirilerin çoğu zaman eserin değerinden bir şey eksiltmediğini düşünen biriyim. O yüzden geçiyorum.
Bir Dişi Şeytanın Hayatı ve Aşkları, okuyalı üstünden epey de vakit geçmiş olmakla beraber, oldukça eğlenerek okuduğumu hatırladığım bir roman. Kendisi, kara mizahla harmanlanmış bir intikam hikayesi. Okurken yer yer gülecek, hikaye ilerledikçe de psikolojik gerilimi hissedeceksiniz. Hem ekşi sözlük ölçütüne göre en az bilinenlerden hem de listedeki diğer yazarlara göre daha erken bir vakitte tanıştığım için ilk sıraya Weldon’ı uygun gördüm. Okursanız fikirlerinizi benimle de paylaşın, yorumlarınıza göre bende evdeki diğer kitaplarından devam etme kararı verebilirim. 😊
Sherwood Anderson (1)
Hemingway, Faulkner, Caldwell ve Steinbeck gibi birçok büyük ismi etkilediği söylenen, yanlış hatırlamıyorsam Bukowski’nin Tolstoy’u gömdüğü kitabında göklere çıkardığı -emin olamadığım tek nokta ikisini aynı kitapta yapıp yapmadığı- kısa hikayeleriyle bilinen yazar. Bir yazarı başka yazarları etkilemesini veya bu tarz anekdotları anarak tanıtabiliyorsak, evet bence objektif olarak az bilinmiştir. Ben kendisini, Epsilon Yayınlarından çıkan Öyküler-I ve Öyküler-II kitaplarıyla tanıyorum. Özellikle insan ruhunu ve hayatı anlatışındaki melankoliyi sevmiştim.
Benim için gerek edebiyatta gerekse sinemada asıl zahmetli olan ilk etapta eserin içine girebilmek, bir kere yakaladım mı da bittiğine alışmak. Dolayısıyla ben kendimi daha çok roman okuru olarak görüyorum. Yine de Anderson’ın, kendisini tanımayan hikaye okurları için bir cevher olabileceğini düşünüyorum.
Jeanette Winterson (2)
Jeanette Winterson’ın henüz bir kitabını okudum: Vişnenin Cinsiyeti. Ne zaman çok sevdiğim bir yazarla karşılaşsam araya mesafe koyarım, bir kitaba bayıldım mı, aynı yazarın öteki kitaplarını da kütüphaneme doldurur beklemeye geçerim. Okuma hevesim kaçtığında onlar ilaç gibi yardımıma yetişeceklerdir. Winterson da benim için öyle oldu. Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırma Kulübü’nün her sene kampüste düzenlediği indirimli kitap sergisinden almıştım, sonra gelenek haline geldi, her sene yapılan bu sergiden gidip bir adet Winterson almadan huzur bulamıyorum.
Büyülü gerçekçiliğin sınırlarında dans eden bir üslubu var yazarın, o kadar büyüleyici ki her sayfa bitiminde biraz daha okumak isteyen modern zaman Şehriyar’ına döneceksiniz. Winterson’ın hayal gücünün bu enfes dışavurumunun altı da oldukça doludur, bana kalırsa en çok da benlik ve sevgi üzerine söyleyeceği çok şey vardır. Bir de gerçekliğin oyun hamuru kıvamında öyküyle birlikte yoğrulması var ki, kuralsızlığın kitabıdır bana göre. Winterson kendi yazdığı önsözünde de bunu farklı şekilde dile getirmiştir: “Öykülerin de kendi kendilerini değiştirmek gibi bir özelliği vardır ve okumak özgürlüktür, bir dizi kural değil.”
Kendisinin bir de cillop gibi kişisel blog’u bulunmakta. Buyrunuz efendim:
http://www.jeanettewinterson.com/
Bu arada Pınar Kür’ün de hakkını vermek gerek, şiir gibi çevirmiştir.
Agota Kristof (2)
Buraya kadar bahsettiğim yazarları herkese önermem -Winterson’ı deli gibi önermek istesem de bilirim ki herkese hitap etmeyecektir-, bence onların okuyucuları kendilerini bilirler. Ama Agota Kristof’un üçlemesini –Büyük Defter, Kanıt, Üçüncü Yalan– herkese gözüm kapalı önerebilirim. Bende eski baskıları var ama bitmiş, bir zaman aramadığım yer kalmamıştı arkadaşlarıma hediye alayım diye, şimdi neyse ki YKY yeniden bastı bunları.
Üçlemenin ilk kitabında, savaşı iki çocuğun gözünden anlatır Kristof. Daha doğrusu okuyucu, hayatın onlara getireceklerine dayanabilmek için sertleşmeye çalışan iki çocuğun başlarından geçenleri objektif gerçekliğe dayanmayan ve duygu içeren hiçbir sözcük kullanmadan not ettikleri günlükleriyle başbaşadır. Bu durum, anlatıya oldukça sade bir dil ve inanılmaz bir soğukkanlılık katar. Öyle ki bir cinayet olayı ile sıradan bir gezinti tüyler ürpertici şekilde aynı ağızdan aktarılır.
Seneler önce okumama rağmen kullandıkları bir ifadeyi hiç unutamam, bir gün sokakta dilenmeye karar verirler ancak bunu sadece deneyim olsun diye yaparlar. Günün sonunda bir sürü şey toplarlar. Hepsini atarlar, ama başlarını okşayan kadının okşayışını atamayacaklardır.
Üçlemenin ilkini okuyunca gerisi de gelir zaten.
Toni Morrison (3)
Bu yaz kaybettiğimiz değerli yazar Morrison’ı da bu listeye alarak anmak istedim. Kendisinin En Mavi Göz adlı romanını okumuş ve çok sevmiştim. Bu kitapta adeta benim sevmem için gereken her şey vardı: Çocuk anlatıcı naifliği, yer yer gülümseten yer yer iç sızlatan duygu dolu ve akıcı dil ve ırkçılık teması. Siyahi bir kızın, içselleştirdiği çirkinlik damgasıyla en mavi gözlere sahip olduğunu düşleyişinin öyküsü. Bunun ne kadar acıtıcı, ama ne kadar gerçek ve doğal olduğu yazarın anlatımıyla doğrudan okuyucuya geçiyor.
Bu roman ister istemez bana hiç hoşuma gitmeyen bir sosyal deneyi hatırlatıyor. Çocuklara beyaz ve siyah tenli iki oyuncak bebek gösterip “hangisi güzel olan?” diye sorduklarında, katılımcı çocuğun ten rengi fark etmeksizin çoğu beyaz bebeği seçiyor. Örnek video için buyrunuz:
https://www.youtube.com/watch?v=QRZPw-9sJtQ
Ben sosyal psikoloji okuyorum ve önyargı ve ayrımcılık özel olarak ilgilendiğim konulardan. Belki o yüzden bu konularda okumak benim için daha çekici ve etkileyici olabilir, ama bu roman için rahatça bu konuda yazılmış üstün örneklerden biridir diyebilirim.
Alejandro Zambra (2)
Günümüz Şilili yazarlarından Zambra’nın Ağaçların Özel Hayatı kitabını elime aldığımda gerçekten keyifsiz bir dönemimdi, yani Ayvalık’ta tekne turunda olmama rağmen keyifsizdi diyeyim, varın siz anlayın. İçimden de bir süredir bir şey okumak gelmiyordu; ama bu kitap yazlıkta senelerdir duruyor biliyorum ve tam o dönemde değerli hocamız Meltem Gürle’nin Twitter’da yaz için okunacak kitaplar arasında bu kitabı da önermesi ile kendimi zorlamaya karar verdim. Sonuçta elime alış o alış, o kadar naif bir anlatımı var ki yazarın, okurken mutlu oluyorsunuz.
Bu eser aslında tek bir gecede geçen bir novella, siz de elinize aldığınızda sürüklenip giderek tek seferde bile okuyabilirsiniz. Ne anlatıyor diye soracak olursanız, “Kitap, o dönene ya da Julian onun dönmeyeceğine emin olana dek sürüyor.” demekle yetineceğim.
Gündelik hayatın diline şiirsellik kattığını ve harikalar yarattığını düşündüğüm yazarı sonradan araştırdığımda aynı zamanda şair de olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım. Üstelik bir röportajında kendi tarzını “yazmak ve okumaktan ziyade konuşmak ve işitmek” ile daha çok ilintilendirdiğini dile getirmiş. Ağaçların Özel Hayatı’nda bonzaisi hakkında yazan adama yeterince sempati duyduğum için Zambra’dan okuyacağım bir sonraki kitap şimdiden hazır: Bonzai!
Arthur Koestler (3)
Koestler de, bu listede bahsettiğim diğer yazarlar gibi, nasıl olur da ülkemizde bu kadar az bilinir, bu kadar az konuşulur diye hayret ettiğim bir yazar oldu. Yakın zamanda babamın önerisiyle tanıştım onunla, ilk birkaç sayfayı okuduktan sonra babam kitap tavsiyesinde hiç yanılmaz diye düşündüm. Şimdilik sadece Haçsız Haçlılar romanını okuduğum için biraz ondan bahsedeceğim, ama Gün Ortasında Karanlık’ın daha da iyi olduğunu birkaç ayrı kitap incelemesinde okudum.
Haçsız Haçlılar, İkinci Dünya Savaşı döneminde kendi ülkesinden kaçıp tarafsız bir ülkeye sığınan Peter’in hikayesini anlatıyor. Bir dönem romanı olmanın ötesinde, zamanın ve mekanın sınırlarını aşarak toplumsal mücadele, bireyin bu mücadele içerisindeki konumu ve iç hesaplaşmaları üzerine evrensel mesajlar barındırıyor. Toplum düzeyinde büyük idealler uğruna verilen bir savaşımın birey düzeyine inildiği zaman çok farklı karşılıkları olduğunu görüyoruz. Romanın ismi de aslında bu çatışmadan geliyor, o büyük fikre canla başla tutunan, uğruna geleceğini, aşkını, hayatını feda etmeye hazır “savaşçı” kendi içinde eylemlerini rasyonalize edebilecek inanca sahip mi?
Romanda beni en çok etkileyen üç bölüm oldu. Bunlardan ilki uzun süre aklıma kazınacağından emin olduğum Nazi dönemi mahkum treni hikayesi. “İşe yaramaz Yahudiler”, subaylara taşınan kadınlar ve sadece diğer vagondakilere yapılan işkenceden haberdar olmaları için trene dahil edilen siyasi suçlular. Bunun dışında, bence Peter’in iç çatışmalarına şahit olduğumuz terapi süreci ile faşist rejim yanlısı Bernard ile aralarında geçen uzun diyalog kitabı özellikle okunmaya değer kılıyor.
Heinrich Böll (4)
Yazıldığı yıllarda büyük tartışmalara yol açmış, yazarın sözcükleriyle vitrinlerden kaldırılıp tezgah altında satılmaya başlanan ve kimi eleştirmenlerce lise öğrencilerinin okumasından endişe duyulan Palyaço, savaş sonrası Almanya’sında bir tutunamama hikayesi. Bir gün süresinde geçen bu romanda, zengin bir aileden gelen genç bir palyaçonun toplumsal değerleri sorgulaması ve geçmiş hesaplaşmasıyla karşı karşıyayız. Katolikliğe ve burjuva ahlakına eline geçen her fırsatta karşı çıkan başarısız bir palyaço Schneider. Özel hayatının kötüye gitmesi sonucunda işini de düzgün yapamamaya başlayıp büyükbabasından kalan dairesinde kalmak üzere memleketine dönen palyaçomuz, bilinçakışı ve telefon telleri aracılığıyla giriştiği hesaplaşmasına dahil ediyor okuyucuyu.
İlk sayfasından içine çeken, ironik diliyle yer yer tebessüm ettiren (bıraktığı hissi tam olarak tepetaklak duran gülen surat ifadesi yansıtıyor), bir solukta okumasanız bile bir kere elinize aldınız mı bırakmak istemeyeceğiniz bir kitap. Bitirdikten sonra da, birçok kısmının ara ara aklıma gelip beni gülümsetmeye devam edebileceğini düşünerek kapatıp rafa kaldırdığım bir kitap oldu kendileri.
Doris Lessing (5)
Doris Lessing bence kesinlikle daha çok okunmayı hak eden bir yazar. Kendi okurluğum adına da bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bir yazara ilk defa başlayacaksam ve evde birçok kitabı varsa, içlerinden özel olarak ilgimi çeken biri olmadığı sürece en kısasından başlamak gibi ilkokul çocuğu aklımla edindiğim kötü bir alışkanlığım var. Bu sebepledir ki, Lessing ile Beşinci Çocuk vasıtasıyla tanıştım. Ha, bu kitap kötüdür okumayın mı demek istiyorum, elbette hayır. Hatta oldukça etkileyici bir korku/gerilim hikayesi olduğunu söyleyebilirim.
Ama beni asıl Lessing’e hayran bırakan roman Terörist olmuştur. Üstün karakter yaratımı ve kara mizah konusundaki başarısıyla çok keyifli bir okuma deneyimi sunan roman, aynı zamanda çarpıcı konusuyla sizi uzun süre kurtulamayacağınız bir etki altına alıyor. Öyle ki, bitirdiğim hafta içinde hayatımda gördüğüm en ürpertici rüyayı görmeme sebep olmuştur. Kısaca bahsedecek olursam, 1980ler İrlandasında bir grup “komünist”in kendilerini yavaş yavaş ve bilinçsizce kaçınılmaz sona sürükleyişini okuyacaksınız. Bir yandan onların arasına karışacak -hatta rüyanızda onlardan biri olduğunuzu görecek kadar belki- bir yandan da arkalarını döndükleri anda kıs kıs güleceksiniz onlara. Okurken benzer şekilde hayran olduğum bir kitap da Nabokov’un Lolitası idi; iki roman arasında kafamda böyle bir bağ kurmamda kara mizahın ve tartışmalı konuların etkisi olduğu aşikar. Tartışmalı konulardan rahatsız olacağını düşünenlere de bu şekilde bir uyarı vermiş olayım.
Bonus: Jerry Spinelli (böyle bir şey yok!)
Bu kadar öneri yapmışken çocukları da es geçmek istemedim. Çalın zilleri, duymayan kalmasın! Yıldız Kız hak ettiğinden çok çok az bilinen, çocukluğumun baş tacı kitap. Adında “kız” geçiyor diye aman sadece kız çocuklara almayın -biliyorum biliyorum siz yapmazsınız öyle şey ama yine de benden çıksın-, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ne kadar kadın kitabı ise Yıldız Kız da ancak o kadar kız çocuğu kitabıdır. Bence okumak için herhangi bir şey olmanıza gerek olmayan kitaplardan, çocuk da buna dahil.
Çocukluğumdan bugüne belki yüzlerce kitap okuduysam aklımda en çok yer etmiş kitaplar arasında adını telaffuz etmezsem içim acır Yıldız Kız’ı, işte öyle bir kitap. Mutluluğunu at arabasına doldurduğu çakıl taşlarıyla ölçen, öteki sayıldığı okulunda herkesin doğumgününü ukulelesi ile çaldığı besteleriyle kutlayan, insanları mutlu etmek için yerlere bozuk paralar düşüren, Spinelli’nin tabiriyle kaktüs çiçeğinin baygın kokusu, küçük bir baykuşun uçuşan gölgesi kadar naif kızımızın öyküsü sonunda iç b…. Neyse spoiler vermiyorum. Yıldız Kız’ı tanıdığınız bir çocuğa hediye edin, hatta vermeden önce siz de okuyun derim!