fbpx

Madrid Gezi Rehberi: İyi ki gitmişiz!

    

 

      Madrid’e biletimizi aldıktan sonra, etrafımızdaki Madrid’e gitmiş insanlardan aldığımız yorumlar adeta mahvetti bizi. “Madrid’e 2 gün bile fazla!” diyeni mi ararsınız, “Ankara’ya benziyor.” diyeni mi ararsınız, “Keşke Madrid’e gideceğinize Barcelona’ya gitseydiniz.” diyeni mi? Çok büyük psikolojik savaşlar verdik gidene kadar. Ama eğer bu yazıda tek bir cümle yazma hakkımız olsaydı “İyi ki gitmişiz.” olurdu. Şimdi sizlere bu “İyi ki gitmişiz.” dediğimiz güzide şehri uzun uzun anlatacağız. Kısa bir giriş bilgisi verecek olursak, biz Madrid’de 3 gün kaldık ve gidemediğimiz birkaç yer kaldı. Eğer ki müzeleri uzun uzadıya gezeceğim, şehrin de keyfini çıkaracağım derseniz Madrid için en az 4 günlük bir gezi tavsiye ediyoruz. Neyse hadi paracık kısmıyla yazımıza başlayalım.

Pahalı mı? Ne kadar harcanır? 

 

Madrid’in tatlı sokakları

 

      Madrid bizim beklediğimizden daha ucuz bir şehir çıktı. Gitmeden önce biraz araştırdığımızda pahalı bir şehir olduğunu söylüyorlardı genel olarak, ama biz bu görüşe karşı çıkıyoruz. Kalacak yere kişi başı gecelik 18 Euro gibi bir miktar ödedik. Merak etmeyin kalacak yerle ilgili daha ayrıntılı konuşacağız biraz sonra. 🙂 Öğün başı da 10-15 euroya doymak gayet mümkün. En çok para harcayacağınız yerler müzeler. Ama biz de oralara öğrenci olduğumuz için ücretsiz girdik. Gerçi tam da öyle olmadı durum. Biraz meraklanın onu da aşağıda konuşalım. 3 günde iki kişi toplamda max 400 euro falan harcadık. Varın siz ordan hesaplayın artık.

ÇOK KRİTİK BİLGİ

 

      Yukarıdaki hesabın çıkabilmesine katkısı en büyük olan şey ÖĞRENCİ İNDİRİMİ. Biliyorsunuz ki çoğu Avrupa ülkesinde Schengen dışı öğrenci kartları bile indirim kazanmaya yetmiyor, ayrıca bazı ülkelerde öğrenci kartına ilaveten yaş sınırı da var. Aslında Madrid’de de her yerde bu şartlar yazılı. Ancak, birimiz uluslararası öğrenci kartı olan (ISIC) ama 26 yaşında (normalde 25’ten küçük olmak gerekiyor), diğerimiz 6 ay önce mezun olmuş ve yanında yalnızca fotoğrafı bile silinmiş, geçerlilik süresi 2018’de biten ve Türkiye’nin bir üniversitesinin öğrenci kartı ile Madrid’deki BÜTÜN MÜZELERE ücretsiz/indirimli girdik. Yani diyeceğimiz o ki, yanınızda öğrenci olma ihtimalinizi gösterir HERHANGİ bir kart varsa şansınızı denemeniz, en kötü “ah kusura bakmayın kartımın süresi dolmuş” veya “25 yaş sınırını bilmiyordum” dersiniz.

Daha az kritik bilgi

     Burada kimse İngilizce bilmiyor. Gerçekten abartmıyoruz. Hatta bilen dükkanının vitrinine yazıyor, İngilizce konuşulur diye. Ona göre biz de ikinci günümüzde cümle kurmayı bırakıp, mekana girince “drink drink” diyecek kıvama geldik. Siz de boşuna kasmayın yani :).

Nerede kaldık?

 

Apartmanımızın avlusu

 

      Yukarıda birazcık çıtlattığımız gibi, kişi başı gecelik 18 euro vererek bir ev kiraladık Airbnb’den. Aşırı tatlı rengarenk bir salonu, çift kişilik tatlı bir ranzası ve gayet güzel mutfağı, banyosuyla çok memnun kaldık. Tek sıkıntısı yerler çok temiz değildi ve ayakkabıyla durmak zorunda kaldık. İnanın günde 8394898 kilometre yürüdükten sonra evde ayakkabıyla durmak ölüm gibi. Neyse ama ev çok garip bir dizayna sahipti. 3-4 apartmanın ortasında bir avlu vardı. Penceremiz bu avluya bakıyordu. Madrid’de en kolay şey ulaşım. Bundan emin olabilirsiniz. Neredeyse adım başı metro durağı var, bu yüzden “Kalacağımız yer acaba merkeze uzak mı?” derdine girmenize gerek yok. Bizim evimiz Pacifico metro durağına 600 metre falandı, evden Sol Meydanına 15 dakikada falan varıyorduk. Uzun lafın kısası, Madrid’de en kolay çözebileceğiniz olay konaklama. Airbnb’de gayet makul fiyatlara, ulaşımı çok rahat evler bulmak mümkün. 

 

Odamızın tatlılığına bakın


Ulaşım

      Öncelikle havaalanından şehre ulaşım ile başlayalım. Biz şehir merkezine gitmek için, Madrid’de geçirdiğimiz günlerde kullandığımız biricik ulaşım aracı olan metroyu kullandık. Madrid metrosu sabah 6’dan gece 1.30’a kadar açık. Yani havaalanına çok ters bir saatte varmadığınız sürece kalacağınız her yere en pratik şekilde ulaşacağınız için biz metroyu öneriyoruz. Bunun dışında, 24 saat çalışan otobüslerle de şehir merkezine ulaşabiliyorsunuz, ancak bu otobüslerin sizi götüreceği noktalar çok kısıtlı. Gündüz vaktinde O’Donell, Plaza de Cibeles ve Atocha duraklarından geçerken geceleri Cibeles’ten öteye gitmiyorlar. 

 

Bir metro durağı

      Havaalanından şehre gitmek için metroyu tercih edecekseniz, Tourist Travel Pass’inizi direkt buradan alabilirsiniz, böylece 3 euroluk ek havaalanı ücretinden yırtmış oluyorsunuz. Eğer tek tek bilet alacak olursanız metro ücretlendirmeleri gideceğiniz durağa göre yapılıyor. Yok ben yürüye yürüye her yeri gezerim diyorsanız uzak yerlere gideceğiniz zaman tek tek bilet alın. Ama biz metronun rahatlığından faydalanmayı seçtik, 4 günlük kart aldık ve bir daha ulaşımı düşünmemize gerek kalmadı. Bilet fiyatları için şu siteye bakıp gezi planınıza göre en çok işinize gelen tercihi yapabilirsiniz:

https://www.metromadrid.es/en/travel-in-the-metro/fares-and-tickets/tickets#panel4

Biz Toledo dışında Zone A’nın dışına çıkmadığımız için Zone T bileti almadık. Yalnızca Toledo’ya gidecekseniz de gidiş dönüş 10 euro otobüs bileti, yani Zone T daha pahalıya geliyor. Tabii yakınlarda başka yerlere de giderim gibi bir düşünceniz yoksa bu seçenek de avantajlı olabilir.

Gezilecek Yerler

Sol Meydanı (Puerta del Sol)
 

      Gezmeye başlamak için bu noktayı seçebilirsiniz, veya gününüzü burada sonlandırıp kaldığınız yere dönmek üzere meydandan metroya binebilirsiniz. Burası Madrid’in en merkezi ve hareketli meydanı. Aynı zamanda protestoların da burada yapılması, meydanı Taksim Meydanı ile özdeşleştirmememizi zorlaştırıyor. Sanıyoruz her şehirde bir yerleri Taksim Meydanı’na benzetmeden edemeyeceğiz. Şehrin sembolü olan ayı ve çilek ağacı heykeli de metrodan iner inmez bu meydanda karşınıza çıkacak. Bu çilek ağacından eskiden Madrid’de çok varmış, meyvesi de bildiğimiz çilekten daha farklı bir şeymiş. Hikayesi de ilginç; eskiden şehrin armasında tek başına ayı varken, kilise ve şehir meclisi arasında yaşanan bir anlaşmazlığın sonucunda hayvanlar ve ovalar meclisin, ağaçlar ve ormanlık alanlar da kilisenin olsun diye anlaşma yapılınca bu çilek ağacı eklenmiş. Biz gezerken bu heykelin görülmesi gerektiğine Ender’i inandıramayınca, son akşam görene kadar aramızda bir şaka haline geldi, sürekli “şehrin sembolü ama ayı yani işte önemi yok…” diye boynumu büküp durdum. Tabii Brüksel’de Manneken Pis’i (İşeyen Çocuk Heykeli) görünce ne kadar etkilendiyseniz bu da öyle bir şey, yani işte önemi yok…

 

 

      Biz tam da Şampiyonlar Ligi final maçı ertesine denk geldiğimiz için şehirdeki her geniş alan gibi Sol Meydanı da maça özel etkinliklere ayrıldığından bu meydanı doğal halinde göremedik bir türlü, hep bir sahne sökme, toparlama, inşaat durumu vardı. Ancak son gecemizde tesadüfen keyifli halini yakalayabildik, sokak şarkıcıları ve meydanda biralarıyla takılan insanlarla oldukça neşeliydi.


Plaza Mayor 

 

      Sol Meydanı’nı geride bırakıp Mayor Caddesi boyunca yürürseniz, Debod Tapınağı’na gelene kadar aşağıda yazacağımız önemli noktaların birçoğunu göreceksiniz. Plaza Mayor da bunlardan biri. Eskiden şehrin en önemli pazar yeri olarak kullanılan, sonradan engizisyon mahkemelerinden tutun boğa güreşlerine birçok farklı olaya ev sahipliği yapan bu meydan bugün de tüm çekiciliğini koruyor. Burası dört bir yanı kapalı bir alan ve meydana girilen birçok kapı var. En az bir tur gezinip dükkanlara göz atmanızı ve meydana çıkan ara sokaklarda dolaşmanızı öneriyoruz. Oturmak için keyifli bir ortam mı, aslında bizce evet ama tahmin edersiniz ki meydanın içi birazcık lüks. Biz burada oturmaya kalkıştığımızda saat gece 12’ye geliyordu, restoranları kapatıyorlarmış. Geceleri hayatın buralarda pek hareketli olmadığını hatırlatalım, yemek rehberi kısmında daha detaylı anlatırız.

 

Plaza Mayor’un kapılarından biri  


Plaza de la Villa

 

      Birbirine çok yakın görülmesi gereken 3 meydanın sonuncusu Plaza de la Villa. Burası Madrid’in en eski meydanlarından, Orta Çağ’a dek uzanan bir geçmişi var. Yakın zamana kadar belediye binası olarak kullanılıyormuş buradaki bina, biz gittiğimizde içine girilmiyordu. İspanyol tarzı mimarisini görmek ve biraz eski Madrid havası almak için listenize ekleyebilirsiniz.


Kraliyet Sarayı (Palacio Real de Madrid)

Atlas heykeli

 

      Calle Mayor’dan dümdüz devam edip sağa döndüğünüzde yol sizi direkt bu devasa saraya ve karşısında bulunan Almudena Katedrali’ne çıkaracak. Saray Dolmabahçe’nin daha gösterişlisi, beklentiniz ona göre olsun. Göz yoruculuğa varan bir ihtişamla dekore edilmiş odadan odaya gezerken yorulacaksınız. Duvar halıları, binlerce kristalden yapılmış kocaman avizeler, altın varaklı duvar ve tavan süsleriyle eh bu kadar da olmaz artık diyebilir, ama girdiğinize muhtemelen pişman olmazsınız. Aşırı gösterişe rağmen çok hoşumuza giden ve bizi etkileyen bazı odalar da vardı, sırtında dünyayı taşıyan adam(Atlas) heykeliyle mavili oda ve kralın sigara içmek için yaptırdığı özel oda bunlardan birkaçı. Ayrıca biz gittiğimizde Alfonso XIII’e dair bir geçici sergi vardı, Eylül 2019’a kadar devam edecekmiş, burada 1. Dünya Savaşı’nda çekilmiş gerçekten çok güzel fotoğraflar vardı, fotoğrafla ilgilenen biri sırf bu bölüm için bile girebilir. Saraya girişler 13 euro idi, ama yukarıda da bahsettiğimiz gibi biz öğrenci indiriminden faydalanarak 7 euro’ya girdik. Normalde biletler 1 euro daha ucuzmuş, bu 1 euro farkı da geçici sergi için alıyorlarmış.

 

Sabatini Bahçesi ve Palacio Real de Madrid


Almudena Katedrali
 


      Burası Avrupa’nın benzer şehirlerinde gideceğiniz katedrallere kıyasla biraz daha genç bir katedral. Başkent Toledo’dan Madrid’e taşınınca buraya kocaman bir katedral yapmalıyız hevesiyle planlanan ancak yapımı sürekli geciken katedral, ancak 1800lerin sonlarına doğru inşaa edilmeye başlıyor ve tam olarak bitmesi 1993 yılını buluyor. Katedral’e giriş ücretsiz, müzesini gezmek isterseniz 6 euro. Biz hem ufak bir miktar da olsa zaman endişesi taşıdığımız, hem de katedral ve kiliselerin bir yerden sonra hep aynı tadı verdiği konusunda uzlaşmamız yüzünden Kraliyet Sarayı ve Katedral arasında sarayı seçip buraya girmedik. Ama sonradan internetten araştırdığımızda pişman olduğumuzu inkar etmeden geçemeyeceğiz. Aynı zamanda içinde İspanya’nın ileri gelenlerinin gömülü olduğu çok etkileyici bir mahzen mezar da bulunmaktaymış. Yani biz hata yapmış olsak da, kesinlikle zaman ayırmaya değer olduğunu düşünüyoruz şu an.


Sabatini Bahçeleri

Sabatini Bahçesi ve Palacio Real de Madrid

 

      Kraliyet Sarayı’nın arkasında minicik ama tatlı mı tatlı, güzel mi güzel, çok huzurlu bir bahçe var. Biraz Fransız bahçelerini andırıyor. Biz buraya kapanış vaktinden bir saat önce gidip fotoğraf çekmeye doyamadan çıktık. Turistler kadar lokallerin de takıldığı bu bahçede, saraya karşı oturup kitap okuyarak keyif yapanları bile görmek mümkün. Es geçmemenizi tavsiye ederiz.


Debod Tapınağı 
 

 

      Bu tapınak aslen 2. Yüzyılda Mısır’da yapılmış, yani günümüzden neredeyse 2000 yıl önceye dayanan bir geçmişi var. 1960 yılında Nil Nehri üzerine yapılan Ashwan barajı rezervinin çevredeki tarihi eserlere zarar verme ihtimalinden dolayı, UNESCO bir yardım çağrısında bulunuyor ve İspanya hükümeti gönüllü oluyor. Bu sayede tapınak, 1978 yılında Madrid’e taşınarak burada ziyaretçilere açılıyor. Konum olarak sarayın ilerisindeki Western Park (Parque del Oeste)’ın içinde bulunuyor. Yapının hassasiyetinden dolayı içeri belirli sayıda insan kabul ediliyor, bu yüzden girişinde uzun bir süre beklemeniz gerekebilir. Hatta bu sırayı gördüğümüzde Rüya biraz burun kıvırdı, “Ufacık ya bir şey yoktur burda girmesek mi?” falan dedi, ama ısrarlarımdan sonra beni kırmadı. Giriş ücretsiz, beni kırmamasında bir etmen olmuş olabilir. 🙂 Tapınağın içinde Mısırlılara ait hiyeroglifleri görebiliyorsunuz, ancak içi oldukça küçük, görecek az şey var ve inanılmaz etkileyici bir yanı yok. Ama böyle bir tarihi olması bile gelmişken görülmeye değer kılıyor bizce. Normal şartlarda etrafı sularla kaplı oluyor tapınağın, ama biz gittiğimizde öyle değildi şansımıza, o hali gerçekten aşırı güzel görünüyor bizce. Merak ederseniz google’daki resimlerin çoğunda öyle. Bu arada Western Park da tam bir lokal mekanı gibi göründü gözümüze, çimlerde top oynayıp takılan birsürü genç vardı. Son olarak, tapınağı biraz geçtiğinizde park size tepeden bir Madrid manzarası da sunuyor.

 

Opera Binası (Teatro Real)

      Burası Avrupa’daki en prestijli opera binalarından biri, Verdi’den Diaghilev yönetimindeki Ballet Russes’a kadar çok önemli isimlerin performanslarına şahit olan muhteşem bir sahneye ev sahipliği yapıyor. Buraya tur dahilinde girmek isterseniz 7 euro (indirimli fiyat 6 euro). Biz eğer klasik müzik seviyorsanız mutlaka gelmeden önce programına bakmanızı ve gerçekten o atmosferi bir dinleyici olarak yaşamanızı öneriyoruz. Biz çok şanslıyız ki inanılmaz keyifli bir konsere denk geldik. Burada anlatamayacağız repertuarın güzelliğini, ama gelmeden önce konser programının listesini Spotify’da oluşturmuştuk, ilgilenenler için onu bırakıyoruz:

https://open.spotify.com/playlist/6nJlD3GmaChmirtyTsRwPK?si=SXp6vuWgSNKI4ysUwBo64Q

 

      Bu arada Avrupa’da birçok yerde olduğu gibi Teatro Real’de de son dakika efsane öğrenci/genç indirimleri olabiliyor kalan biletlerde, eğer kesinlikle kaçırmamalıyım diye yanıp tutuştuğunuz bir konser yoksa bu opsiyonu değerlendirip konserden 1-2 saat önce oraya gidip şansınızı deneyebilirsiniz.


Parque de El Retiro 


      Burası için kuracağımız ilk cümle, PARK DEYİP GEÇMEYİN olacak. Kocaman, içinde 2 tane saray, birçok anıt, sıra sıra kitapçılar çarşısı (bu gittiğimiz zamana özel olabilir emin değiliz), çok sayıda kafe ve içinde kayık kiralayıp gezinti yapabileceğiniz bir de göl mevcut. Bizim Almudena Katedrali’nden sonra ikinci büyük hatamız da bu parka sabahın köründe gelmek oldu. İspanya’da hayat geç başlıyor arkadaşlar, bunu bu yazıya en az 8 kere yazmamız gerekir, İspanya’da hayat çoook geç başlıyor. Haddinden büyük bu parkı baştan aşağı gezerken uğradığımız en az 7-8 kafenin hepsi 11’de açılacağını söyledi, hazır paketli gıda için bile neler verebileceğimiz raddeye geldiğimizde ancak mümkün oldu parktan çıkmamız ve böylece öğlene kadar aç gezmiş olduk. Yine de buraya bayıldık. Vaktimiz olsa marketten yiyecek içeceğimizi alıp en az yarım günümüzü burada geçirmek, gelip geçen binbir türden köpeğe gülümsemek için ah neler vermezdik!

 

Kristal Saray

      Neyse, bir turist olarak burada daha mühim öncelikleriniz var. Park içinde en çok etkilendiğimiz yapılardan biri yazının kapak fotoğrafı olmaya layık gördüğümüz Kristal Saray oldu. Bu saray, aslen sera amacıyla yapılmış olmakla beraber, şu an zaman zaman geçici sergiler düzenlenen bir alan olarak kullanılıyor, biz gittiğimizde içi 3-5 heykel haricinde boştu. Giriş ücretsiz. Dışarıdan görünüm gerçekten çok hoş. Kristal Saray’ın biraz ilerisinde Velázquez Sarayı bulunuyor, burada da geçici sergiler düzenleniyor. Biz gezimiz sırasında, 32 yaşında intihar eden Japon ressam Tetsuya Ishida’nın kapitalizmi ve modern dünyayı eleştiren eserleriyle karşılaştık. Ne yalan söyleyelim biz Ishida’yı tanımıyorduk, ama eserlerinden gerçekten çok etkilendik. Böyle gezerken öğrenilen şeylerin yeri bizce bir ayrı, unutulmaz oluyor, o yüzden Madrid’in iki büyük sanat müzesini gezerken ilgimizi çeken birkaç ismi ve eseri daha sonradan araştırmak üzere not aldık. Bu kişisel notlarımıza özel ayrı bir yazıyı da gelecek günlerde sizlerle paylaşmayı düşünüyoruz.

      Parkta yapabileceğiniz bir diğer etkinlik de, daha önce söylediğimiz gibi kayık kiralayıp gölde turlamak. Eğer yaz aylarında geliyorsanız ve böyle bir planınız varsa parkı gezmeyi akşamüstüne bırakmanızı tavsiye ederiz. Malum yazın İspanya’nın sıcağında bu etkinlik pek de hayal ettiğiniz gibi olmayabilir. 

Sanat Müzeleri
 

      Madrid, eğer müze gezmeye gerek yok, dışarıdan görür geçerim derseniz belki de sizi çok etkilemeyecek ve girişte bahsettiğimiz gibi “2 gün bile fazla” diyeceğiniz bir şehir olacaktır. Ama özellikle bir sanatseverseniz, en az 1 buçuk gününüz zaten müzeleri gezmeye gidecek, çünkü bahsedeceğimiz müzeler kesinlikle 1-2 saatte gezilecek gibi değil. Biz her yerde olmazsa olmaz olarak geçen 3 müzeden 2’sini gezebildik.

Dali’nin El Hombre Invisible eseri 

 

      Madrid’in Louvre’u diyebileceğimiz Prado Müzesi, Raphael’den Goya’ya, Rubens’ten Velázquez’e, El Bosco ve El Greco’ya büyük ressamların eserlerini görebileceğiniz dünyanın en çok ziyaret edilen en büyük sanat müzelerinden biri. Müze için bilet seçeneklerinde tek biletle iki ayrı gün giriş diye bir şey var, yani aslında kapsamlı gezmek istiyorsanız epey vaktinizi alacak bir içeriğe sahip; hatta belki sırf bu müzeyi gezmeye yönelik bir yazı bile yazılabilir. Biz burada bu kadar ayrıntıya girmeyeceğiz, ancak kişisel yorumumuz şu: Aynı döneme ait ve aynı tarzda çok fazla eser görmek bir noktadan sonra insanı sıkabiliyor ve gelişigüzel gezmeye, ay artık bitsin de çıkayım kafasına gelmeye başlayabiliyorsunuz, bizim tavsiyemiz bunu yapmamanız, çünkü biz “aman şurayı da görmesek ölmeyiz herhalde” derken belki de en çok hoşumuza giden eserleri az daha kaçıracakmışız. Neyse ki “aman hiçbir şeyi kaçırmayalım bir daha ne zaman geleceğiz” düşüncesi bizim gezimize daha hakim olduğu için karşı koyamayıp bütün odaları gördük. Bir de naçizhane tavsiyemiz, büyük sanat müzelerinin hiçbirine elinize o krokiyi almadan sakın girmeyin, kafayı yersiniz bizden söylemesi. Ha, bu arada, Prado’nun girişinde tabii ki ciddi bir sıra beklemeniz gerekiyor ama biletleri online alıp bu sıradan kurtulabiliyorsunuz. Öğrenci indirimi durumu yoksa kesinlikle bu şekilde yapmanızı tavsiye ediyoruz. Müzeye girişler 15 euro, öğrenciye ücretsiz ve internetten maalesef öğrenci bileti alamıyorsunuz. Öğrenci değilseniz bile, kapanışa doğru (6-8 arası) herkese ücretsiz giriş imkanı var, ancak ana baba günü olduğunu okuduğumuz için biz denemedik.

Prado’yu çekemediğimiz için karşısındaki katedrali çektik 🙂

 

      Gezme şansını yakaladığımız ikinci müze ise Reina Sofia. Bizim gibi Prado’da Rönesans ressamlarına doyduktan sonra giderseniz daha modern tatlar sunan bu müzeden daha büyük keyif alabilirsiniz. Ayrıca (bunu bir ayrıca ile değil, ilk cümlede belirtmeliydik belki ama) dünyanın en ünlü tablolarından Guernica bu müzede! Bunun yanında, Picasso’nun başka birçok resmi, Dali, Miró ve Bacon gibi ünlü ressamların eserleri de mevcut. Kalıcı koleksiyonun yanısıra geçici sergiler de oldukça ilgi çekici olabiliyor; biz 2019 Eylül sonuna kadar sürecek olan ABDli sanatçı David Wojnarowicz’in sergisine denk geldik ve keyifle gezdik. Bu müze ile ilgili tuhaf bir bilgi: Bazı odalarda fotoğraf çekebilirken bazılarında katiyen çekemiyorsunuz, biz müze görevlilerine ek olarak bazı çok duyarlı ziyaretçiler tarafından da uyarıldık bir kez, yani her odanın girişinde fotoğraf çekmenin yasak olduğuna dair o ibarenin varlığını kontrol edebilirsiniz. Genelde Picasso ve Dali’nin eserlerinin olduğu odalarda fotoğraf çekilmiyor. Son olarak, giriş 10 euro ve öğrenciye ücretsiz. Bir hatırlatma daha: Öğrenci değilseniz biletlerinizi önceden internetten almanız hem girişte sıra beklememenize hem de bazı müze girişlerinde cüzi indirimler kazanmanıza yarayacaktır.

David Wojnarowicz’in kafaları

 

      Altın Üçleme de denen bu müzeler takımından bizim gidemediğimiz müze de Thyssen-Bornemisza. Buranın koleksiyonu da inanılmaz zengin. Bartolomeo, Dürer, Bellini, Rubens, Rembrandt, Monet, Degas, Pissarro, Gauguin, Cézanne, van Gogh, Much, valla yazarken kafayı yiyeceğiz kesinlikle geri gitmemiz lazım Madrid’e. Siz siz olun, müze gezmeyi seviyorsanız sakın 2 gün yeter diyen arkadaşların sözüne kanmayın :’).

Tetsuda Ishida’nın eserlerine bakıp hayatı sorgularken biz…


Cibeles Sarayı

 

      Retiro Parkı’nın solunda, müzeler üçlemesinin olduğu caddenin sonunda, günümüzde belediye binası olarak kullanılan bu bina ile karşılaşacaksınız. Bu bina eskiden posta ofisi olarak kullanılıyormuş, bu ne şaşaa biz anlamadık. Önünde bulunan, şehrin önemli anıtlarından Cibeles Çeşmesi ile birlikte görülmesi gereken yapılardan.


Metrópolis
 

      Bu Madrid’de bir bina arkadaşlar. Tamam güzel bir bina. Ama Madrid de dahil olmak üzere birçok yerde birçok güzel bina var. Google’a Madrid yazınca çıkan 100 fotoğraftan 95’i bu bina olduğu için biz fotoğraf koymayacağız, sadece bilin istedik Madrid bundan ibaret değil ahfgads. Cibeles Sarayı’nın karşı tarafındaki yoldan 5 dakika yürüyerek ulaşabiliyorsunuz.


Santiago Bernabeu Stadyumu

 

      Eğer çok futbolla aranız yoksa, ne işim var stayumda, yurtdışına gidince stadyum mu gezilir, diyebilirsiniz. Gayet doğal bir durum. Ancak gerçekten çok kaliteli bir müze haline getirmişler stadyumu. Futbolla uzaktan yakından alakası olmayan Rüya bile buradaki turumuzu bitirdiğimizde “İyi ki gelmişiz.” diyerek çıktı. Girişi kişi başı 25 euro, çoğu müzeye kıyasla çok pahalı. Öğrenci indirimi de yok. Çok güzel bir organizasyon yapmışlar, öncelikle panoramik fotoğraf çekimiyle başlıyor. Oradan kupaların bulunduğu müzeye, sonra locaların bulunduğu alana, soyunma odalarına, sahaya çıkış tüneline doğru gidiyorsunuz. Bu tüneldense yedek kulübesine çıkılıyor. Tabi tüm bu süreçlerde bol bol fotoğraf çekiyorsunuz. 🙂 Basın odasındaki fotoğraf çekiminden sonra da son olarak takım otobüsü canlandırması yapmışlar. Orada bir futbolcu gözünden maç öncesi sahaya giriş heyecanını yaşıyorsunuz. Bizi hayal kırıklığına uğratan tek konu fotoğraf konusu oldu. Şöyle ki tur esnasında şampiyonlar ligi kupasıyla fotoğraf çekiyorlar ve istediğin bir futbolcunun yanında montaj fotoğrafını yapıyorlar. Böyle olunca bu fotoğraflar tura dahil sandık (sonuçta 25 euro para aldılar), meğer o fotoğraflar için de para istiyorlarmış. (Hem de bayağı çok bir para) Neyse biz son günümüzde havaalanına geçmeden önceki yaklaşık 2 saatimizi burada geçirdik, ve bu 2 saati gerçekten eğlenerek geçirdik. Stadyumun hemen yanında metro durağı var, ulaşım çok rahat. Eğer vaktiniz varsa ve çok çok az da olsa futbola ilginiz varsa kesinlikle tavsiye ediyoruz.


Madrid’de Yemek

 

      Rüya domuz eti sevmediği, ben de deniz ürünlerini çok sevmediğim için aslına bakarsanız İspanya lezzetleri bizim damak tadımıza pek uymadı. Yemeklerinin çoğunda domuz ve deniz ürünleri mevcut. Özellikle kahvaltılarda çok zorlandık. Etsiz sandviç bulmak çok zor, Rüya’nın midesi böyle konularda daha hassas olduğu için sabah vejetaryen bir şeyler yemek istediğinde çoğu yerde bulamadık. Kimse de İngilizce konuşmadığı için düzgün anlaşamadık ve içinde et olmayan sandviçlerde peynir olabileceğini veya direkt vegan olacağını varsayarak tercih yaptık, bunların çoğunda peynir yerine yumurta vardı ve biz herhangi bir şeyin içinde haşlanmış yumurtadan ciddi anlamda nefret ettiğimiz için Rüya bir gün kahvaltıda sadece domates ve marullu sandviç yemek zorunda kaldı… Hep kötü yanlarını konuşmayalım tabi. Tapas kültürü çok hoşumuza gitti. Tapas, ortaya paylaşmalık gelen küçük mezeler tarzında yemekler. Biz iki kişi genelde ortaya 4 çeşit tapas söyleyip ortak yiyerek 4 çeşit yemeğin tadına bakmış oluyorduk. Özellikle turist olarak gidilen bir yerde her lezzeti denemek istiyor insan. Çoğunlukla tıka basa doymuyorduk ama değişik lezzetler denemiş oluyorduk. Bu olay bizim çok hoşumuza gitti. Şimdi kısa kısa aklımızda kalan ve hoşumuza giden mekanları anlatalım sizlere.


Alegrias

 

      Burası ilk defa tapas deneyimlediğimiz yer oldu. Tapas olayının tam olarak ne olduğundan da habersiz olduğumuz için, karşımıza ne çıkacağını tam olarak bilmiyorduk. Cem Yılmaz’ın dalga geçtiği insanlara benzeyip “everything little little into the middle” mottosuyla sipariş verdik, yanında da bir sürahi sangria söyledik. Yemekler açıkçası çok da memnun etmedi bizi. Klasik bir bira tabağı tarzında bir tepsi geldi, fakat yanında gizemini koruyan, afedersiniz ama aşırı leş tadı olan bir şey vardı. Şey diyoruz çünkü hala ne olduğunu öğrenemedik. (Rüya’nın tahminleri havyar olduğu yönünde) Sangriası lezzetliydi. Toplamda çok fazla bir miktar ödemedik, çok memnun kalmasak da mekanın dizaynı ve çalışanları çok tatlıydı o yüzden çok da pişman olmadık.


Bar Cruz 

Mekanın ve yemeklerin fotoğrafını çekmemişiz ama daha güzelini çekmişiz 🙂

 

      La Latina’da bulunan bu restoran/bar için belki de Madrid’de en çok memnun kaldığımız yer diyebiliriz. Aslında çok fazla bir olayı yoktu ama, önünde kocaman bir meydan var ve oraya sandalye masa atıyorlar. Orada oturmak çok eğlenceli oluyor. Etrafımızda top oynayan çocuklar, gelip geçen insanları izlerken bir şeyler yiyip içmek çok güzeldi. Burada bildiğimiz sardalya tava yedik yanında da cips, zeytin falan söyledik. (İçkinin yanına zeytin söylemek çok meşhur, biz de ikimiz de zeytine bayıldığımız için her yerde zeytin istedik) Fiyat olarak da çok uygun bir mekan olduğunu söyleyebiliriz. Eğer yaz aylarında gidiyorsanız, kesinlikle buraya gelip o ılık yaz akşamlarından birini burada sokakta biranızı ya da sangrianızı yudumlayarak geçirmenizi tavsiye ederiz.


Taberna Tita Pepa !!!!!! Kırmızı Alarm


      Burası kırmızı alarmlı mekanımız. “Neden?” diye soracak olursanız şimdi uzun uzun anlatacağız. Toledo’dan döndüğümüz gece saat geç olduğu için yemek yiyecek mekan bulamadık, ve içeri girip buranın sahibine (Bakın direkt sahibine) sorduk, “Mutfağınız açık mı, yemek yiyebilir miyiz?” diye, adam da bizi içeri buyur etti. Biz de sonunda yemek yiyebilecek bir yer bulduğumuz için mutlu mutlu oturduk, (mekan da gayet tatlı bir dizayna sahip) menüden yemek seçtik sipariş verdik. Aradan bir süre geçti siparişlerimiz geldi, ama bir tanesi gelmedi. Bekledik bir süre sonra da garsona sorduk. Garson öyle bir siparişimiz olmadığını söyledi, biz de neyse dedik önemli değil. Üstelememiş olmamıza rağmen 2-3 dakika sonra mekanın sahibi geldi, bize sipariş aldığı kağıdı gösterdi, “Bakın burda yazmıyor siparişiniz.” falan yaptı atarlı bir şekilde. :)))))) Yine tamam dedik üstelemedik zaten pek anlaşamıyoruz İngilizce iyi bilmedikleri için. Bir de bu olayın üstünden 2-3 dakika sonra hadi kapatıyoruz biz moduna girip önümüzden yemekleri toplamaya başladılar. Biz artık iyice sinirden köpürmüş bir halde hızlı hızlı yemeğimizi yiyip, içeceklerimizi içip çıktık. Yani burayı asla tavsiye etmiyoruz. O gece birçok restoran mutfağımız şu saatte kapanıyor, şu saatte de restoranımız kapanıyor diye bilgi verip ya bizi almadılar ya da kararı bize bıraktılar, o yüzden buranın tavrı bize çok battı, gözlerini para bürümüş böyle işletmelerden uzak durmak bizce her zaman daha iyi. Ama derseniz ki “Biz böyle şeylere çok takmayız, yemekleri nasıldı?” yemekleri gayet lezzetliydi. 🙁 O yüzden burası hakkında tercihi sizlere bırakıyoruz. Bu arada fiyatlar da bir tık pahalıydı.

 

      Buradan çıkardığımız bir diğer ders de, genelde (3 akşam geçirdiğimiz için daha büyük bir iddiada bulunmayalım) restoranlar en turistik mahallelerde bile 12-1 gibi kapanıyor. Yani sadece mutfak değil, komple kapanıyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi 12’de Plaza Mayor’da oturamamıştık. Bu yüzden yemeğinizi yedikten sonra gece daha geç saatlere kadar dışarıda vakit geçirmek istiyorsanız barlara geçiş yapmanız gerekiyor. Biz sabahları erken kalkıp gezdiğimiz için çok geç saatlere kalmadık, bu konuda bir önerimiz yok.


Mercado de San Miguel 
 

 

      İspanya’da “mercado” denen yiyecek pazarları var. Lokallerin de yüksek oranda tercih ettiği bu noktalarda yüzlerce çeşit tapas deneyebiliyorsunuz. San Miguel’e Calle Mayor Caddesi’nden giriliyor, turistik bölgelere yakınlığı dolayısıyla en meşhur ve belki de en kalabalık mercado. Biz öğle vaktinde gittiğimizde de epey karmaşa vardı. İçinde onlar büfe gibi yer bulunuyor, buralardan istediğiniz kadar tapas alıp ortak kullanımda olan masalarda boş yer bulursanız oturuyorsunuz.

 


100 Montaditos

 

      Burası Madrid’de neredeyse her köşe başında bulabileceğiniz ucuz ve lezzetli kafe. İlk sabahımızda aa sandviç 1 euro diye girip denediğimiz, sandviçlerin parmak kadar olmasıyla bile hayal kırıklığına uğramadığımız, yanında cipsi ile gelen bizce çok lezzetli ve çeşitli sandviçlere ev sahipliği yapan mekan. Biz Calle Mayor ve müzeler caddesi üzerinde olan iki şubesinde yedik, ikinci defa rastlaştığımızda da gerçekten mutlu olarak koşup oturduk. Sandviçlerin yanında da dev bardaklarda cider (İspanyolca’da Sidra) içmeyi ihmal etmeyin.


Taberna la Concha
 

 

      Burası da çok sevdiğimiz, hatta tekrar tekrar gitmek istediğimiz yerlerden biri. Burası dizayn olarak öyle çok etkileyici değil baştan söylemek lazım. Girişte klasik bir bar görüntüsü var, masalar da bodrumda, salaş bir ortam. Ancak yediğimiz tapaslar o kadar lezzetliydi ki o an gözünüz hiç dizaynını falan görmüyor. Çalışan kadın da çok tatlı birisiydi. Başka içkiler de olmakla beraber daha çok şarap evi tarzına daha yakın bir yerdi, o yüzden bizde esas şarap düşkünü olan Rüya’yı epey mutlu etti. 🙂


Delisco
 

 

      Chuecha bölgesinde bulunan bu cafe de Bar Cruz gibi meydanda sandalye ve masaları bulunan tatlı bir mekan. Bulunduğu meydan çok hareketli. Sürekli gelip dans eden gençler, şarkı söyleyip enstrüman çalan insanlar falan oluyor. Biz saatlerce oturup etrafımızdaki insanları izleyip, hiç de sıkılmamıştık. Buranın da çalışanları birbirinden tatlı. Çat pat konuştukları İngilizce’ye rağmen çok iyi anlaşıp, ne istediysek yardımcı olmaya çalıştılar. Fiyat olarak beklediğimizden biraz daha pahalı olmasına rağmen, yemeklerin lezzeti gayet güzeldi. Özellikle her yerde görüp ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız “Padron” ismindeki tapası yediğimiz için ayrı bir yere sahip. Ha bildiğimiz biber kızartması çıktı ama olsun lezzetliydi yine de. Lafı uzatmayalım, zaten yeterince uzattık, eğer vaktiniz varsa ve oturup oranın yerlilerini, oranın doğal hayatının işleyişini hiç sıkılmadan izleyip yanında da bir şeyler yiyip içmek istiyorsanız, kesinlikle burası çok doğru bir adres.


Los Artesanos 1902


        İspanya’nın meşhur tatlısı Churros, sıcak çikolataya batırılarak yenen hamur kızartması gibi bir şey. Bizce çok ahım şahım bir tat değil, ama gitmişken denenebilir. Oturduğumuz yerin dış mekan seçeneği yoktu, o yüzden pek hoşumuza gitmedi, yakınlarda yine bunun gibi tarihi bir çikolatacı (San Gines) vardı ve yeri de çok güzeldi, sokakta oturup yiyebiliyordunuz. Hatta kendisi daha da meşhur ve iyiymiş sanıyoruz. Belki orayı deneyebilirsiniz. Bir de, bizim oturduğumuz yerde çikolata seçenekleri vardı, biz klasik sütlü çikolata söyledik ama İsviçre çikolatası vs. gibi farklı seçenekler de deneyebilirsiniz. Belki daha güzel olur, çünkü biz churros’tan hala umutlu olmak istiyoruz. :’)


Madrid’de Kaç Gün Kalınır?

Burası neresi bilmiyoruz ama çok güzel görünüyordu 🙂

 

      Biz 1 günümüzü Toledo’ya ayırarak (o da başka bir yazının konusu olsun) 3 buçuk gün geçirdik. Bize yetmedi, göremediğimiz yerler ve tadına varamadığımız keyifler kaldı. Yukarıda bahsettiğimiz her yeri görmek, her şeyi yapmak istiyorsanız bizce 4 gününüzü rahat rahat Madrid’e ayırabilirsiniz. Ancak müzelere girmezseniz Madrid’i 2 günde de bitirebilirsiniz. Bu arada gelmişken Toledo’ya da mutlaka 1 gününüzü ayırmanızı, bu enfes Orta çağ şehrinin sokaklarını arşınlamanızı öneriyoruz. Yani bizce 5 gün.

 
 
 

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir